Şiirlerimi ve Kitaplarımı Okuyun
Çocukluğumda yazmaya başladım. Yazmak büyük bir serüven... Yazmasaydım ayak altında ezilirdim: Sembolik şiir bana köklerimi gösterdi.
SANATÇININ KADERİ
O, hiç kimselerin kendini avutamadığı sevginin, derin sular misali akıntılı kutsallığı, çeliyor bir çocuk tebessümüyle göklere asılmış aklımı... Bir çıkar yol bulunmalı diye bunca sefaletin çoğalttığı çetin günahlardan, ben de, kendimi verdim sonsuzluğun sınırlı usuna; arzularıma... Hiç tatmadığım bir günü getirdi bana, bu misafiri olduğum, denenmiş ve bıkılmış durak... Belli ki, asırlar boyu, her ruhu çürüyen, kendini bir zaman teslim etmişti buruk gönençler taşıyan göklere. Buna rağmen, benim için, her sıradanlıkta bir giz saklıydı, ya da zihnimin temelinin sarsılan kısımları, doğurdu o yanları. Bunun çok fazla bir önemi olmamakla beraber, bir gün, sıradanlığı lokma lokma tüketirken kapıldığım güçlü nehir... Birkaç feryat, birkaç çırpınış ve kızışlarla beraber, tam da bir kış günü, savurarak güven duygusuyla hırsını; derin derin kök salmış bütün her şeyi, aşırıp götürdü yığın yağmuru yaratan bir fırtına edasıyla üzerimden.
Gördüm ki, taze kanlar, sıcak etler, yumuşak tırnaklar, sarımsı ipekler, ve aç yaratıklar, tarumar olmuş hepsi; ince motiflerle süslüyor göğün eğilen yüzünü şeytan... Ve bir zaman, bu velveleyi idrak edince, kendi ağırlığımı da gördüm hiçliğin çekilen içinde; bir incelmiş toprak tanesinin kopuk yüzüne asılı köklerden farksız... ben de bütün her şey gibi uçuyordum, kendi gönencimi kutsayan hâlimle. Ve çok zamanlar da, bir fırlatılmış çakıl taşı misali belli belirsiz bir noktadan başlayıp, yuvarlandığımı; bütün arzularımı hançerleyerek süründüğümü gördüm, virane şehirlerin çivisi çıkmış yolları üstünde... Önümde toprak, biriktikçe birikti öylece... Ben, kendi hâlimi, bir köşenin köhne saltanatına terkedip, yığın içinde kaynaşan nice kılcal kökleri; bir insana ait olacağını düşündüğüm bir bağırsak tanesini; kurtçukların, böceklerin, çıyanların, evsiz kalmış hallerini gördüm. Ve şaşkınlığımı basit bir erdem hissine sığınarak sakladım... Aldırış etmedim hiç birisine... Bütün dünya, ben süründükçe kendini aşan, kudretli toprağın içinde, hiç rahatsız olmadan, birbirine gidip çıkıyor; önüm de dize geliyordu nehrin kutsal çabasıyla... Bunları zihnimin kutsal görüsüyle çok net şekilde gördüm. Ve hiçbir korku yetisini kabul etmedim yontulan bedenime.
Düşlerim irdelerken cehennemin harlandığı bu ocağı, çamurun kurumuş suretini taşıyan o bağırsak tanesi, bir an da sol gözüme saplandı! Bu duruma bütün mahlûkat çok şaşırdı... Çünkü O, canının yandığını belli eder halde, ahladı! Yani tuhaf biçimde, cansız bağırsak, sızlanmaya başladı; üzerin de bin yıllık pişmanlık taşıyan sözlerle; hiç duyulmamış biçimde, köklerden, budaklardan, soylu böceklerden konuştu: hepsine sorumsuz küfürler savurdu, ki sol gözümün ılıma içinde kalmasına dairdi bu acayip yakınmaları... Çünkü süründükçe kafatasıma eş bir oranda, kirleri çamurlaşan suretinin, yozlaşması vardı nihayetinde. Ve ben çok kısa zaman içinde, Mikserin bıçaklarıyla kırbaçlanırken, zorbelâ, çekip çıkardım gözümden Onu... Ve akan özüme acıyarak, bir kozalak iliştirdim yerine. Bir daha, kozalak gözüm, umursamaz bir tavırla, görmedi dünyanın hangi zebani görüntüleriyle benzeştiğini... Taze kanları, sıcak etleri, yumuşak tırnakları, sarımsı ipekleri, ve aç yaratıkları, gerisin de bırakarak huzurlu kurtuluşun; görmedi bir daha, bütün her şey birleşince, neyin yokluğuna soyunuyordu dünya!
Ahmed Halil