Şiirlerimi ve Kitaplarımı Okuyun
Çocukluğumda yazmaya başladım. Yazmak büyük bir serüven... Yazmasaydım ayak altında ezilirdim: Sembolik şiir bana köklerimi gösterdi.
DİLENCİ MELEKLER
Ey Sefil! İyi biliyorsun ki; - Ölüm meleği yanağını okşarken, odaklandığın dökülmüş tavan, hışımla çökecek üzerine. Molozlar içinde, belli belirsiz araladığın gözkapağın arasından sızan ışık, beyin yollarını yakacak ve başını taş altına yuvalamak için yalvaracaksın kendine. Bozguna uğramış bir milyon karınca gibi bütün düşlerin saldıracak kaslarına. Yenilgiyle şahlanan arzuların, peş peşe dizilmiş büyük saltanatların veziri, çok zaman hokkabazı olan maddi aşkların, selâmetin yolları kapanmaya başlayınca, daha öfkeli ve tedirgin ellerle sıkacak boğazını. Bil ki, zihnini avuntu çöplüğüne çeviren ışıktan kaçamayacaksın. Gittikçe daha da belirsiz bir hâl almaya başlayan yüzünden ve içine dolan ışığın varlığına yedi kat yabancı huzmelerinden utanacaksın; misafir olunca kaskatı kesilmiş bedeninin pek tuhaf isteklerine ruhunu bir kefen gibi saran korkuların ve usancın, bilincini gittikçe daha aşağılık bir yere indirgeyeceksin. O zaman, ellerinden tutmak için yanaşacak yanına bir çıngıraklı yılan! Odalar, salonlar, holler ve inilti yaratan karanlık, yol gösterecek Ona. Titreşimleri daha yakından hissettirdikçe kendini, aklına tuhaf kuşkularla örülmüş bir bina gelecek. Kapıları sonuna kadar açık olacak. Sefih demlerin sarhoşu olurken, birden, derin bir sallantıyla, selamlaşan duvarlar, çatlamaya başlayacak. Besili peygamberler ile akılsız mahlûklar, sonsuz dövüşe kör, sağır, dilsiz, tutuşacak!
Kendinle kalabilme olanağın yok; anla! Yalanlar ve avuntularla yükseltilmiş kaidelerdir yaşamı iten. Ömrün boyunca aradığın benlik, bir yanılsamadan ibaret: Makûs kaderini yazan zıt ruhlar, kutlu ezalarını, cennetten bir taç gibi dalgalı ve kara saçların üzerine oturtup, çöllerine en nadide çiçekleri armağan etti. Bir düşün sefih zamanlarını? İçine dolan duygunun amacı, kendini daha iyi bir yere taşırmaktı. Bencilliğin leş kokulu riyasını yüklediğin şu paslı gövde, kaç dalgayı daha delebilir ve hangi limanlardan uğurlanabilir artık? Başına üşüşen doyumsuz tipi, eline almış ipini, sıktıkça sıkıyor dar boğazını. Nereye saldıracaksın? – Ey Hain! Kimlerden geliyordu şehvetli gücün; hangi ateşlerle dövülmeye hazırlandı kimsesizliğin? Düşünmene hiç gerek yok. Delik deşik kulağın ve suyu katrana dönmüş beynin, kafatasından umudu çoktan kesti: - Bir tılsım, umulmadık bir anda, büsbütün değiştirdi gerçeğin ve yalanın özünü. Ağzından ateş topları çıkan bir ejder, iki dudak arasına gizledi kendini; esriyen hisler bir araya gelince, kör kılıç aldandı: Görüntünü yaratan evrenin korkunç simetrisi, önüne serilen bir kokuydu sadece. Bunu sevdin sonuçta. Daha kolaydı kötücül işleri halletmek; insanlar, sırf bunun için, şeytanın ulvî zihnine hizmet etsinler diye, yaratılmadılar mı sanki?
Herkes kapattı kalın kitabını. Çıplak ruhun, kemirildi! Çoktan yitirdin özgürlüğünü! Ölüme tutsaklığın, uç noktalara taşırdı nedameti. Deşilmiş kafatasın, yırtılmış dalağın, kevgire şükreden gözlerin, sana hiçbir şey hatırlatmıyor mu? Zamanın açlığıyla yoğrulmuş azabını sonlandırıp, sonsuz uğultunun dilini nasıl keseceksin? Kılcal kaslarla ayakta duran hastalıklı hafızan, sabıkalı ellerle yudumlarken hayatı, dehlizlerden yükselen deprem, nefretten doğan izler, boynunu büktü budala gözlere karşı. Doğanın ağzından taşıp arzunu ıslatan süt, aynı zamanda ihtiyar günahını yıkadı. Gözlerin alıştıkça, çevreni kuşatan duvar, bir düzleme oturtmak için kendini, akbabaların sırtında gezdi dünyayı: - Istırabın günahsız eli uyuttu yürek’ini!
Ahmed Halil
Kendinle kalabilme olanağın yok; anla! Yalanlar ve avuntularla yükseltilmiş kaidelerdir yaşamı iten. Ömrün boyunca aradığın benlik, bir yanılsamadan ibaret: Makûs kaderini yazan zıt ruhlar, kutlu ezalarını, cennetten bir taç gibi dalgalı ve kara saçların üzerine oturtup, çöllerine en nadide çiçekleri armağan etti. Bir düşün sefih zamanlarını? İçine dolan duygunun amacı, kendini daha iyi bir yere taşırmaktı. Bencilliğin leş kokulu riyasını yüklediğin şu paslı gövde, kaç dalgayı daha delebilir ve hangi limanlardan uğurlanabilir artık? Başına üşüşen doyumsuz tipi, eline almış ipini, sıktıkça sıkıyor dar boğazını. Nereye saldıracaksın? – Ey Hain! Kimlerden geliyordu şehvetli gücün; hangi ateşlerle dövülmeye hazırlandı kimsesizliğin? Düşünmene hiç gerek yok. Delik deşik kulağın ve suyu katrana dönmüş beynin, kafatasından umudu çoktan kesti: - Bir tılsım, umulmadık bir anda, büsbütün değiştirdi gerçeğin ve yalanın özünü. Ağzından ateş topları çıkan bir ejder, iki dudak arasına gizledi kendini; esriyen hisler bir araya gelince, kör kılıç aldandı: Görüntünü yaratan evrenin korkunç simetrisi, önüne serilen bir kokuydu sadece. Bunu sevdin sonuçta. Daha kolaydı kötücül işleri halletmek; insanlar, sırf bunun için, şeytanın ulvî zihnine hizmet etsinler diye, yaratılmadılar mı sanki?
Herkes kapattı kalın kitabını. Çıplak ruhun, kemirildi! Çoktan yitirdin özgürlüğünü! Ölüme tutsaklığın, uç noktalara taşırdı nedameti. Deşilmiş kafatasın, yırtılmış dalağın, kevgire şükreden gözlerin, sana hiçbir şey hatırlatmıyor mu? Zamanın açlığıyla yoğrulmuş azabını sonlandırıp, sonsuz uğultunun dilini nasıl keseceksin? Kılcal kaslarla ayakta duran hastalıklı hafızan, sabıkalı ellerle yudumlarken hayatı, dehlizlerden yükselen deprem, nefretten doğan izler, boynunu büktü budala gözlere karşı. Doğanın ağzından taşıp arzunu ıslatan süt, aynı zamanda ihtiyar günahını yıkadı. Gözlerin alıştıkça, çevreni kuşatan duvar, bir düzleme oturtmak için kendini, akbabaların sırtında gezdi dünyayı: - Istırabın günahsız eli uyuttu yürek’ini!
Ahmed Halil